28 Ağustos 2014 Perşembe

KISACA 1908 DEVRİMİ

Osmanlı İmparatorluğunda Özellikle 1906-1908 yılları arasında ,pahalılıktan ve maaş ödemelerinin gecikmesinden dolayı hoşnutsuzluğun arttığı anlaşılmaktadır,Hatta ; İmparatorluğun bir çok değişik bölgesinde belgelere geçmiş grevler ve çok küçük çaplı isyanlarla ortaya çıkan hoşnutsuzluk belirtileri ortamı hazırlamaktaydı,Ama Temmuz 1908 Devriminin esas nedeni Makedonya Sorunudur...
O yılın Haziran ayında Rus Çarı Ve İngiltere Kralı VII.Edward Baltık Kıyısındaki Reval Şehrinde buluştular.İngiltere ve Rusya Almanyaya karşı duydukları ortak korkudan dolayı gittikçe birbirine yaklaşıyordu,Buradan çıkan sonuçlardan biri de Makedonya sorununun çözümüne yönelikti,yabancı denetimini esas alan bu öneriye göre Sultan sadece görünüşte hükümdar konumunda kalacaktı.Reval görüşmesinin haberi İngiltere ve Rusya'nın Osmanlı İmparatorluğunu parçalamayı kabul etti şeklinde Selanik e ulaşınca,İttihat Ve Terakki Cemiyeti eyleme geçmeye karar verdi.
Cemiyet üyesi Subaylar(Ki aralarında Enver Paşa da vardır) eşgüdümlü bir hareket yürütüp,askerleri ile dağa çıkarak Kanun-u Esasinin geri gelmesini talep ettiler.Sultan Makedonya'ya önce güvenilir subaylar sonra da asker göndererek isyanı bastırmaya çalıştı,ancak kimileri öldü kimileride diğer safa geçerek İttihat ve Terakki safında yer aldılar...O zaman Sultan da pes etti ve 23 Temmuz 1908  gecesi Kanun-u Esasinin bundan sonra uygulanacağı 30 yıllık bir aradan sonra parlamentonun yeniden toplanacağını ilan etti...

27 Ağustos 2014 Çarşamba

FEMİNİZM ÜZERİNE

FEMİNİZM
Kökleri ve Gelişimi:

1.Dalga: ABD’ de 1840 larda ortaya çıktı. Esin kaynağı kısmen köleliği kaldırma kampanyası olmuştu. 1848 de yapılan ünlü Seneca Falls sözleşmesi ABD kadın hakları hareketinin doğuşunu gösterir. C. Stanton tarafından yazılan duyguların deklarasyonu kabul edilmiştir. Bu deklarasyonda diğer konuların yanı sıra kadına seçim hakkı istenmiştir.

 İlk dalga feminizmi ilk olarak Yeni Zellanda da 1893 te yürürlüğe giren kadın seçme hakkının elde edilmesi ile bitti. ABD kadınlarına 1920 de oy kullanma hakkı verdi. Bir çok açıdan seçim hakkı kazanılması kadın hareketini zayıflattı. Kadın seçim hakkı çabaları harekete ilham vermiş ve onu birleştirmişti. Dahası bir çok eylemci seçim hakkını kazanarak kadınların tam bağımsızlık kazandıklarını zannetmişti.

2.Dalga: 1960 larda ortaya çıkmıştır. 1963 te B. Friedanın kadınlığın gizemi adlı eseri feminist düşüncenin yeniden hareketlenmesini sağladı. Friedan “ adı olmayan sorun” adını verdiği şeyi araştırdı; bu sorun ise ev hanımı ve anne rolü ile sınırlı kalmanın sonucunda yaşanan mutsuzluk ve hayal kırıklığıydı. 2. dalga feminizmi, siyasi ve yasal hakların elde edilmesiyle kadın sorununun çözülmediğini kabul etti. Zamanla feminist fikir ve argümanlar gittikçe daha radikal bir hal aldı ve bazen devrimci bir nitelik kazandı.

Cinsiyet Üzerine Bakış Açıları:
Faşistlerà erkekler doğal olarak lider ve karar veren; kadınlar tamamen evcil ve destekleyici ve ikincil bir rolde.
Dini fundamentalistlerà toplumsal cinsiyet bir tanrı vergisi; dolayısıyla ataerkil yapılar doğal ve istenen bir durumdur.
Feministleràtoplumsal cinsiyet biyolojik değil kültürel veya siyasi bir ayrım; dolayısıyla erkek gücünün bir dışa vurumu.
Ana Temalar:

1)Kamusal/ Özel Ayrım: kamusal alan siyaseti, hükümet kurumlarını, siyasi partileri, baskı kurumlarını kapsar diye düşünülmektedir. Aile hayatı ve kişisel ilişkiler ise özel hayatın bir parçası olarak düşünülmüştür. Geleneksel olarak siyaset iş, sanat ve edebiyatı içeren kamusal alan erkeklerin hakimiyet alanı olmuştur; kadınlar ise aile ve ev sorumlulukları etrafında dönen özel hayat ile sınırlı kalmıştır.

      Dolayısı ile feministler “kamusal erkek” ve “özel kadın” arasındaki ayrını ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.

2) Ataerkillik: feministler kadın ve erkek arasındaki güç ilişkisini anlatmak için ataerkillik kavramını kullanırlar. Bu kelimenin gerçek anlamı babanın yönetimidir. Aile içinde koca-baba üstündür; eş ve çocuklar ast durumundadır.

      Feministlerin elinde tek bir ataerkillik analizi yoktur. Liberal feministler ataerkillik derken genellikle toplumdaki hak ve yetkilerin adaletsiz dağıtımına dikkat çekerler. Dolayısıyla onların vurguladıkları ataerkillik boyutu kadın sayısının siyaset, iş hayatı, ticaret ve kamusal hayattaki üst konumlardaki yetersizliğidir. Sosyalist feministler ise ataerkilliğin ekonomik boyutlarını öne çıkarır. Onlara göre ataerkillik bir baskı sistemidir ve kapitalizm, toplumsal cinsiyet ayrımı ve sınıf eşitsizliği ile birlikte işlemektedir.

3) Cinsiyet ve Toplumsal Cinsiyet: cinsiyet kadın ve erkeğin biyolojik olarak doğuştan gelen bir özelliğidir. Toplumsal cinsiyet ise farklı kültürlerde, farklı coğrafyalarda kadın ve erkeğe verilen roller müdür değerler sorumluluklardır. Ataerkil fikirler cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımı ortadan kaldırır ve erkek ile kadın arasındaki sosyal ayrımların biyolojiden kaynaklandığını varsayar. Feministler ise toplumsal cinsiyetin sosyal hatta siyasi bir temeli olduğunu vurguluyorlar.

4) Eşitlik ve Farklılık:


Cinsiyet ve Siyaset:

Liberal Feminizm: temeli bireycilik ilkesine dayanır; dolayısıyla bütün bireyler cinsiyet, ırk, renk ve dinine bakmaksızın eşit ahlaki değerdedir.
Sosyalist Feminizm: temel konusu ataerkilliğin sadece sosyal ve ekonomik faktörler ışığında anlaşılabileceğidir. Kadınların ev işleri ve annelik gibi evcil alanla sınırlandırılması kapitalizmin ekonomik çıkarlarına hizmet eder. Kadınlar çocuk doğurarak yeni için iş gücü üretirler. Ayrıca çocukların sosyalleştirilmesi, şartlandırılması ve eğitilmesinden sorumludurlar ve böylece disiplinli ve itaatkar işçilere dönüşmesini sağlarlar. Benzer şekilde ev işi ve çocuk büyütme yükünden erkekleri kurtarırlar böylece erkeklerin enerjilerini ve zamanlarını maaşlı ve verimli istihdama yoğunlaştırmalarına imkan sağlarlar.
 Radikal Feminizm: en önemli temsilcisi Simone de Beauvoir’dır. “öteki” kavramından bahsederler. Bu görüşe göre kadın doğulmaz kadın olunur. Kadınların rollerini ve sorumluluklarını erkekler belirlemektedir. İşte radikal feministler bütün bu dayatmaları sosyal bir olgu olarak ele almışlar ve bu durumu yıkmak için mücadele etmişlerdir.

PROPAGANDA VE KAMPANYA(SİBU)


PROPAGANDA


        Latincede "yayılacak şeyler" anlamına gelen propagandanın, sözlük anlamı ise; “Bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtma, benimsetme ve yayma amacıyla söz, yazı gibi yollarla gerçekleştirilen çalışma”dır.
        Temel işlevi, belirli bir fikir çerçevesinde insan davranışlarını güdüleme ve yönlendirme olan propagandanın tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak propagandanın Antik Yunan’da bugünkü anlamıyla başladığı ve günümüze kadar hala devam ettiği bilinmektedir.
       Propaganda teriminin Avrupa’da yaygın kullanımı ise ilk kez Katolik kilisesinin misyonerlik çalışmaları sonucunda olmuştur..
        Propaganda iki çeşittir. Bunlar beyaz ve kara propagandadır.

         Beyaz Propaganda; Propagandayı yapan tarafın zaferlerini, karşı tarafında yenilgilerini abartılı olarak anlatmaktır. Bu propaganda düşmanı küçük düşüren, onunla alay eden şakalar ve karikatürlerle desteklenmektedir. Beyaz propaganda biraz abartılmış olsa da gerçeklere dayanmaktadır.
     
         Kara Propaganda ise, Tam tersi bütünüyle yalan ve uydurmadır. Düşman kamplarına, ordusuna ve sivil yerleşim merkezlerine yanlış bilgiler yayarak moralleri zayıflatmak ve genellikle şüphe, depresyon ve rahatsızlık vermek amacına yöneliktir.

KAMPANYALAR

Kampanya denilince akla, belli bir sürekliliği ve belli bir düşüncenin sunulması gelir. Yani hedef kitlenin yönlendirilmesi. ( çip para reklamları)

Siyasal kampanyaların öncelikle kim tarafından yürütüleceği önemlidir. Siyasal kampanya ise kampanyada belirli bir partinin öne çıkarılması ve benimsetilmesidir. Politik kampanyalar, adayların medya pazarında toplaya bildiği tüm dikkati ve ilgiliyi seçim çıkarları için kullanıldığı birer arenadır. Siyasal kampanyalarda partinin duruşu çok önemlidir. Örneğin, parti reklam kampanyasında her olumlu, iyi bir geleceğe yönelik vaatlerde bulunarak bu işi yapar. Eğer parti muhalefet partisi ise iktidarı ya da içinde bulunduğu durumu kötüleyerek propaganda da bulunur. Politik kampanyalarda iki temel iletişim tarzı vardır. İktidar olma tarzı ve meydan okuma tarzı. İktidar olma tarzı; bu tarzı seçenler, seçme iktidar partisi yada ortağı sıfatıyla giren partili adaylardır. Bunlar iktidar olmanın avantajlarını ve devletin imkânlarını kullanırlar. Onlar için ülkenin durumu bir gül bahçesidir ve başarıları kayda değer özelliktedir.

Medyanın okuma tarzı; bunu muhalefet kanadına mensup olanlar yapar. Bunu yapan parti önemli bir değişimin ve dönüşün kesinlikle gerekli görüldüğünü ve bunu başarabilecek tek parti ve adayın kendileri olduğunu öne sürerler. Yaptıkları kampanyalardan iktidarın yapmış olduğu hataları abartarak anlatırlar. Hedef kitlenin aklında iz ve etki bırakabilmek için bunu yaparlar. Güzel bir gelecek vaat ederler.

Seçim kampanyaları ABD’de artık medya üzerinden yapılan bir yarış haline geldi. Buna bağlı olarak bu kampanyalarda en iyi konuşan kendini en iyi ifade edebilen kişi seçimi kazanabilir hale geldi. Eski politikası ya da neden geldiği artık sorgulanmaz hale geldi. Medya aracılığı ile halkla ilişkileri nasıl buna bakılıyor. İşte bu seçim dönemlerinde uygulanan yöntemlerinden biriside anketlerdir.

Anketler 3 alana ayrılıyor;

1-) Partinin ekonomik geliri iyi ise, bu anketi de yapmak zorunda kalıyor.  Anket zamanı önemlidir. Kapsamlı anketler de; insanların siyasal düşünceleri, hangi sözlerin insanların hoşuna gittiğine dair bir ön araştırma yapılır. Bu araştırmanın yapılmasının nedeni, hem kendi hedef kitlesini kaybetmemek, hem de diğer hedef kitlesine kendisine çekmektir.  Anket sonucunda halkın genel yönelimi öğrenilmiş olur. Ve son olarak da genel bir sonuç alabilmek için sonuçlandırma anketi yapılır. Bu anketi medya yapar. Böylece insanların düşüncelerinin ne yönde olduğunu anlaşılmış olur
2)  Bunu partiler yapar. Bu anketle herhangi bir kişiye veya düşünceye yönelik nasıl bir eğilim olduğu öğrenilebilir. Anket herhangi bir kişiyi yönlendirmeden, tarafsız, açık bir şekilde ifade edilir. Anket hangi hedef kitlenin esas alındığını belirtmemelidir. Anket yapılan kişinin ismi açıklanmamalıdır. Sorular bıkkınlık yaratmaması açısından 25’i geçmemelidir. Bu şekilde insanların genel düşünceleri ortaya çıkar. Aday anket sonuçlarına göre kendi söyleminde ve gündem konularında düzeltmeler yapar.
 3)Ön hazırlıktır. Bunlar bir iki yıl önce yapılır. Bu süre içerisinde de politika örgütlenir. Seçime 6 ay kala kapsamlı bir anket yapılır ve sonuca ve değerlendirmeye gidilir. O yüzden de 3 aşamalıdır.
 Gazete ve TV’ler kampanya açısından çok etkilidir. Çünkü herkese ulaşabilecek bir teknolojidir. Bu yüzden de gazeteler de ve basın bültenlerinde siyasal reklam vermek önem teşkil eder. Fakat bunların güvenirliliğini yitirmemesi için kısa tutulması lazım. Sürekli olarak tekrar edilirse amacını yitirir.
 Basın açıklaması yapacak kişi karşısındaki insanı nasıl yönlendireceğini bilmelidir. Soru sorulduğunda soruyu kendi ideolojisi doğrultusunda yanıtlamayı bilmelidir. Dolayısıyla TV halkla ilişkiler konusunun işlenmesinde gazeteden daha etkili olacağı için seçmenlerin çok daha dikkatli olması gerekmektedir. Her siyasetçinin bir halkla ilişkiler danışmanı olur. Programa ya da röportaja çıkmadan önce ondan eğitim alır.
 Adayların ekrandaki duruşu çok önemlidir. İmaj faktörünün ve benden dilinin insanları etkilemedeki rolü çok büyüktür. Adayların TV’de yaptıkları karşılıklı tartışmalar, modern seçimlerin vaz geçilmez bir parçası haline gelmiştir. Bu 1968 seçimlerinde itibaren ABD’de sistemli olarak başlamıştır. İki başkan adayı olan J.KENNEDY ve R.NİKSON arasındaki ilk TV tartışması siyaset ve medya tarihine geçmiş bir olaydır. Bu olay imaj faktörünün ve beden dilinin önemini vurgular. Kennedy parlak ve rahat bir görüntüdeyken, Nikson yorgun ve tıraşsızdı ve ayrıca takım elbisesi de dekorlu uyumlu değildi. Kamerayla da göz teması kurmayı başaramayan Nikson sürekli rakibine ve soru soran konuklara bakarak puan kaybetmiştir. Gerçekte bu konuşma sonucunda; Nikson, konulara daha hakim bir konuşmacı olduğu halde, kötü imajı yüzünden TV izleyicilerine tartışmayı kaybeden taraf olarak görülmüştür. Fakat bu olayda Nixon radyo dinleyicileri tarafından kazanan taraf olarak algılanmıştır.

MEDYA KAVRAMI ,ELEŞTİREL EKONOMİ POLİTİKÇİLER ;HABERMAS,CHOMSKY,MURDOCK,GOLDİNG ÜZERİNE SALVOLAR...(SİBUCULAR İÇİN)

Ekonomi politikçiler: Marksist’e dayanırlar ama ideoloji temelinde ayrılılar.

CHOMSKY
     Daha çok propagandacı tanımlanır. Alt yapının belirleyici olduğunu savunarak, alt yapı üst yapıyı belirler der. Üst yapının ise, kendi ideolojisini insanlara yaydığını ifade eder.

MURDOCK ve GOLDİNG
     Ekonomik yaklaşımlarla beraber kültürel yaklaşımlarında önemli olduğunu bunların birlikte ele alınmasıyla bir çözüme gidileceğini söylüyorlar. Bunlar İngiltere gibi ekonomilerde kitle iletişimin denetimi 2 düzeyde olur diyorlar.
1)                   Kaynak denetimi
2)                  İşlem denetimi

1) Kaynak Denetimi: Bu şirketin etkinlik alanını tanımlama gücünü ve üretim kaynaklarını harekete geçirmede genel yolu saptamayı içerir. Bu süreç 4 ana etkinliği kapsar;
     a) Genel politika ve stratejinin formülleştirilmesi
     b) Genişleme ve nerede genişlemenin gerçekleştirileceğinin belirlenmesi, yatırım parçalarını ne zaman ve nasıl satma veya işçilerin işlerine son verme kararları.
    c) Temel finans politikasının geliştirilmesi
    d) Karların dağıtımı üzerinde denetim

 2) İşlem Denetimi: daha alt düzeydeki işlerdir. Sağlanan kaynakların etkili kullanılması hakkındaki kararların ve belirlenmiş politikaların uygulanmasıyla sınırlıdır. Bu noktada denetimciler üretim üzerinde (haber yapmada) önemli ölçüde bağımsızlığa sahip olabilirler. Fakat seçim alanları örgütün amaçları ve verilen kaynaklar düzeyinde sınırlıdır.
     Denetimde olduğu gibi sahipliği de 2 düzeye ayırır.
1)                   Yasal Sahiplik
2)                  Ekonomik Sahiplik

     Şirkette payı olan herkes eşit değildir. En çok paya sahip olan ve iyi biçimde örgütlenmiş pay sahipleri ekonomide sahipliği elde tutarlar ve politikayı oluşturan yöneticiler konusunda karar verirler. Yasal sahiplik binlerce yatırım yapan kişi ve firmalardan oluşurken ekonomik sahiplik bir avuç kişinin elindedir.

MURDOCK
     Şirket denetimiyle ilgili yaklaşımları 4 grupta toplar.
1)                   Çözümleme odağı etkinlik olan yaklaşım;
     a)Marksist araçsalcı yaklaşım; şirkete sahipsen söz söyleme hakkına da sahipsin.
     b)Çoğulcu yaklaşım; sahiplik önemli değil, çünkü artık çok fazla denetim yoktur.
2)  Yapısalcı yaklaşım;

Güç yerine saptama üzerinde durur. Seçeneklerdeki sınırlar ve karar verme üzerindeki engellerle ilgilenir. Chowsky’nin egemen düzenin ürünü belirlemesine olan yaklaşımı buna örnektir.
3)                  Neo-Marksist Siyasal Ekonomi:
Şirket politika ve isimlerin, kitle iletişim araçları ve endüstri sınırlandırılmasına ayrıca , kapitalist ekonominin genel dinamikleri tarafından da sınırlandırılmalarına dikkat çeker.
4)                  Reklamcı Leissez-Faire Modelleri;
Tüketicinin bağımsızlığının merkezliği üzerinde durular. Tüketicinin isteği doğrultusunda firmaların ürünlerinin belirlendiğini ifade ederler.
Murdock’a göre; şirketlerde denetim nicel değil, toplumsal bir ilişkidir. (nitel) şirketlerde etkili ekonomik sahiplik sadece en çok payı olan grubun büyüklüğüne değil, öteki oy veren paydaşların birlikte davranma gücüne de bağlıdır.
MURDOCK VE GOLDİNG
Eleştirel ekonomi-politik yaklaşımda medya çözümlemelerinin kültürel ekonomi politik yaklaşımların bir arada ele alınmasıyla doğru sonuçlara varacağını savunurlar. Fakat kendilerine düşen kısmın ekonomi politik olduğunu belirtirler.

     Küreselleşmeyle beraber meydana gelen ulus ve ulus aşırı birleşimlerin medya sektöründe de önemli değişimlere yol açtığını savunurlar. Bu birleşmeler sonucu medyayla hiç ilgisi olmayan bir sektör medya kanalına sahip olmakta ve kendi ekonomik çıkarlarını doğrultusunda siyasal ve toplumsal değişimlere etki edebilmektedir. Bu birleşimler 3 şekilde olur.
1)                   Yatay birleşmeler: aynı sektörlerin bir araya gelmeleriyle söz konusu olur.
2)                  Dikey birleşmeler: ast ve üst veya alt ve üst düzeydeki şirketlerin birleşmesiyle oluşur. Üretimden dağıtıma ve dağıtımdan yayına kadar birleşme. Yani bir kişi hem kağıda hem de gazeteye sahip.
3)                  Çapraz birleşmeler: farklı sektörlerdeki iş alanlarının birleşmesiyle oluşur. Bu hem iktidara hem de toplumsal alanda söz söyleme ve toplumu yönlendirme gücünü arttırıyor. Mesela dünyada 4 tane önemli şirket var. General motor gibi bu şirketlerin egemenlikleri gün geçtikçe arıyor. Örneğin; ABD’de bir şirketin yayın satın alma hakkı %35’ti ve bu oran %45’e çıkarıldı. İngiltere’de de %25’ten %35’e çıkarıldı.
     Bu durumda bize özgür ve kamusal yayıncılık anlayışını sorgulattırıyor. Bu noktada basın özgürlüğünden öz edilmez oluyor. Peki bunlar o zaman basında haber verirken neye göre verecek? Tabiki şirketin çıkarına uygun verecek.
     Mesela şuan budaki basın araçları kendi haberlerini yaparken hala Wateh Dog görevini üstlendiklerini söylüyorlar. Ama bunların alt yapıları böyle değil!
HABERMAS
     Kurumsal alan dediğimizde akla Habermas gelir. Kurumsal alan ilk olarak kral döneminde ortaya çıkıyor. O dönemde kamu denildiğinde saray akla geliyor ve saraya ait alanlarda kamusal alan olarak görüyoruz.
     İngiltere’de sanayi gelişmeye başladığı dönemde taç ile aristokrasi arasında çıkar çatışması oluyor. Aristokraside cafelerde diledikleri konuyu tartışmaya başladı ve daha sonra bu konuştukları şeyler gazete ve dergiye dönüştü. Habermas’da bu dönemde oluşan gazeteyi kamusal yayıncılık olarak kabul eder. Bu gazetede kamusal alanda yaşayan herkesin çıkarlarını temsil ettiğini, herkesin düşüncelerini açıkladığını ve özgürlüğün olduğunu söyler.
     Fakat bu noktada ona bir eleştiri Fransa’dan gelir. Ve derki; evet herkes bişey söyleyip bunu kurumsal alana dönüştürebiliyorlar. Ama bunu çıkartan Aristokrasilerdir. Burada işçilerden halktan söz etmiyoruz. Dolayısıyla bir kamusal alandan söz edemeyiz.
     Habermas kamusal yayıncılık ve alana ilişkin bir model geliştiriyor.” İletişimsel eylem” bu şu demek; her şeyden önce insanların konuşacakları alanda yuvarlak masa olmalı, herkes düşüncelerini ortaya koyup, birbirini yargılamadan, iktidar olmadan, iktidar gibi konuşmadan bir consensusa varılmalıdır. Bunun içinde habermas tartışmaya kurallar koyar. Emir kiplerinin, ünlemlerin, statünün o masa etrafında olmadan herkesinde o masa etrafında toplanabilmesi gerekir.

NİCHOLAS GARNHAM
     Çözüm olarak önerdiği şey Habermas’ın kamusal yayıncılığıdır. Yani medya tekelliğine karşı, her kişinin temsilcisi olduğu bir yuvarlak masa ve haber yayınlarında herkesin düşüncelerini söyleyip, fikirlerini sunacağı bir medyayı söyler ve ister.
      Mesela İngiltere’de BBC’de sahiplik yok. Kamusal alan kamusal alan olarak gösteriliyor. Ancak 1995’de durum değişmeye başlıyor, ancak paraları ödedikleri anlamda yayında kalabiliyorlar.
     Kamusal yayıncılıkla, kamu hizmeti yayıncılığından bir fark var.
Kamusal yayıncılık; Habermas’ın kamusal yayıncılığına yakın. ÖR/ İngiltere BBC, Almanya ZT.
     Kamu hizmeti yayıncılığı; devlete ait ve kamuya açık hizmet veren hizmet araçları ve şirketleri. Ör/ TRT, bunun sahibi devlet, seçimlere göre başkanı değişiyor. Ancak kamusal alanla uzaktan yakından alakası yoktur. Filmlere kadar sahip olan o dönemin siyasal iktidarı.
     Garnham kültürel alanın sorgulanması gerekir der ve temele aldığı 2 soru vardır.
1)Kapitalizmin içerisinde bunca eşitsizliğe, çöküşe, haksızlığa rağmen kapitalizm nasıl hala var?
2)Özellikle bunalım dönemlerinde bu sistem nasıl değişmiyor?
Bunların cevaplarını tek başına ekonomiyle açıklayamayız.
     Medyanın sınıf temelinde açıklanması gerektiğini söylüyor;
1)                    Alım Gücü
2)                   Tüketim Süreci

Alım Gücü: her medya alanı her yere ulaşamaz. Yani kişinin teknolojiye harcadığı para onun alım çeşitliliğini belirliyor. Alım gücü zayıf olanların sınırlı teknoloji aldığını ve böylelikle bunların yönlendirildiğini söylüyor.
Tüketim Süresi: Ürünün ne derece, hangi sürelerde aktif gördüğünü söylüyor. Ör/ Sermaye sahipleri ücretsiz yayın yapıyorlar. O zaman alma gücü düşük olanlar sadece o yayınla o bakış açısıyla kalıyorlar.

     Garnham, kültürel faktör ile ekonomik yapı arasındaki ilişkinin kurulması gerektiğini ve bununda “kültürel metaryalizm” ile olacağı üzerinde durur.

İletişim sektöründe yapılan araştırmalarda 2 konuya dikkat çeker:
A)Kapitalist toplum yapısı kendi etkinliklerini, özellikle maddi üretimi nasıl düzenliyor?
B)Bu da bu alanın siyasal alanına ilişkin 2 soruyu içerir.

a)Var olan bütün eşitsizliklere ve ahlaki çöküşe rağmen nasıl oluyor da tam bir anlaşma xxx toplumsuz üretim ve yeniden üretim yürütülüyor.
b)Sınıf çatışmasından doğabilecek toplumsal çöküşten nasıl kaçabiliyorlar?

Günümüzün tarihsel materyalist yaklaşımları bunları açıklamaya yetersizdir.

     Garnham’a göre; tüketici davranışlarının bu 2 etkenle (alım gücü, tüketim süresi) sınırlandığı bir pazarda izleyici rekabete çekilir ve bu rekabet 2 ölçekte gerçekleşir.
1)Alış gücü/Alım gücü
2)Tüketim Gücü

Bu ikisi kitle iletişim araçlarının sınıf yapısını doğrudan belirler. Ayrıca Pazar doğrudan ve sınıf koşullarıyla yapısallaştığı için “ Enformasyon zengini” (paran varsa kablolu tv alıyorsun) ve “enformasyon yoksulu” arasında bölünmüş iki katlı bir Pazar haline gelir.
-Üst Düzeydeki Pazar: kaliteli steryo sistemleri, video kaydedicileri, teletex, kablo servisi ve çeşitli kitap, dergi, TV programları, filmler ve tiyatro ürünleri içerir.
-Aşağı Düzeydeki Pazar: kültürel emeğin harcandığı, düşük kaliteli, gittikçe homojenleşen ve UA hale gelen sınırlı çeşitteki mallardır.
     İşte bu iki katlı yapı kitle iletişim araçları endüstrisindeki “ oliyapolist” (belirli zümre denetimi) denetimin doğası ile ilişkilidir.

ROYMOND WİLLİAMS
     İngiltere’de yaşıyor ve iletişim konularında çalışmalar yapıyor. Frankfurt okuluna bir eleştirisi var. Buda sınıfsal durumu ortadan kaldırıp insanlara kitle diye hitap etmek doğru değildir ve insanları tüketmek için metalanmış bireyler olarak görmek tarihsel sürece aykırıdır der.

     Eğer insanlar metalaşmışsa ve her türlü düşünce bize benimsetilmişse değişim nasıl yaşanacak ve sınıf mücadelesi dediğimiz şey nereye gidiyor.

     Ayrıca popüler kültürün özelliğinin mutlakçı, herkese uygun yaşam standartlarını ortaya koyduğunu ve insanların bu şekilde kabul ettiğini söyler. Örnek: toplumsal hareketliliğin yüksek olduğu 1990’larda TV’de devrim hareketleri gösterilmeye başlanıyor.
     Mesela; susurluk olayında da insanlar TV ve dizi programlarıyla bir yöne doğru sürüklenmeye başlıyorlar ve bir dönem sonra, bu kapanınca yeni gündem maddeleriyle mutlu olmamızı sağlayacak yeni şeyler buluyoruz. Bunu bize empoze eden ise sistemin böyle olması gerektiği mesela her gün bir arkadaşlığımız bittiğinde bunu sorgulamıyoruz. Yenisini buluruz diye kestirip atıyoruz. Hiç nedenlerini düşünmüyoruz. Çünkü bize sorulan sistem bunu gerektiriyor. Hiçbirşey için emek harcama; biri giderse biri gelir.
     Williams’da bunu eleştiriyor. Evet insanlar bu sirecin bir yapısı olabilir, kendi koşullarıyla da bir araya geliyorlar ama zaten bu bir sınıf mücadelesini oluşturuyor.

HABERMAS: İletişimsel eylem modeli:
Eylem yönlendirici kurallar è toplumsal normlardır.
Tanımlama düzeyi è özneler arasında paylaşılan sıradan dil
Tanımlama türü è (davranışlar hakkında) karşılıklı beklentiler
Etkileşim kazanılma mekanizmaları è rol içselleştirilmeleri
İletişimsel eylem işlevi èkurumların sürdürülmesi
Başarılı olup olmadığı ölçütü èniyetlenilen şeyin iletip iletilmediği
     Habermas iletişimsel eylem modelinde insanların bir araya gelip kendi düşüncelerini ortaya koyabilme imkânlarının sağlanması ve böylelikle anlaşmaların olması gerektiğini söyler.
     İletişimsel eylem; topluma genel anlamda kılavuzluk eden normları korumaya yönelen; insanı anlama bireylerin karşılıklı olarak birbirlerini tanımaları anlamına gelir. İletişimsel eylem için eylem yönlendirici kurallar toplumsal normlardır. Tanımlama düzeyi è özneler arası bir şekilde paylaşılan sıradan dildir.
     İletişim toplumsal alanda anlaşmaya varma adımlarıyla sınırlı değildir. Aynı zamanda yaşam alanını ören eylemler bütünüdür. Ona göre; Ahlaki yargıların haklılaştırılması müzakere yoluyla oluşturulmuş bir süreçle mümkündür.
     İletişimsel etkileşim; kabul edilen olgular ve paylaşılan ilkeler temelinde oluşan bir oydaşmaya (anlaşılabilirlik, dürüstlük, doğruluk) bağlı olarak işler.
      İletişimsel eylem bir toplumsal bütünleşme temeli olarak para ve iktidara alternatif sunar. İnsanlar arasındaki iletişimi çarpıtan, insanların birbirlerinin anlam ve niyetlerini anlamlandırmalarının önünde barikatlar oluşturan kontrol mekanizmaları yeni iktidar biçimleri yaratarak insan emeğinin metalaştırılıp insani iletişimin imkânlarını sınırlamıştır.
     Modern kapitalizmde kitle iletişim araçları yeni kamusal birliktelik biçimleri ya da iletişim biçimleri yaratma potansiyeline sahiptir. Ancak kapitalist üretim tarzında kitle iletişim araçlarının özel çıkarlarla eklemlenmeleri sonucunda bu kitle iletişim araçları ortak konuşulabilirlik halini yaratmada etkisizleşmiştir. Habermas yeni bir konuşabilirlik halinin ön koşulları üzerinde durur ve varsayımsal bir ideal konuşma durumu tasarıma girişir.
     İdeal konuşma durumu tahrip edilmiş iletişime dayalıdır. Tahrip edilmemiş iletişim konuşmacıları tam geçerlik iddialarını savunabilecekleri dil konumları derki bu dil kullanımında söylenilen şey anlamlı, doğru, doğrulanmış ve samimidir.
     İletişimsel eyleme ve ideal konuşma durumuna bu denli önem atfedilmesinin 2 nedeni vardır.
İdeal konuşma durumu; (ünlemler, emir kipleri vb. söylemler yer almaz) keyfi olarak oluşturulmuş bir ideal değildir. Dilin doğasında asli olarak bulunmaktadır.

SOVYETLER BİRLİĞİ SONRASI YENİ BAĞIMSIZ TÜRK CUMHURİYETLERİ

  • 20.yüzyıl bir değişim asrıdır.En kanlı savaşlar,imparatorlukların çöküşleri,sömürge sisteminin tasfiyesi ve yeni sömürgelerin oluşumu,bilimsel ve teknolojik ilerlemeler,iki kutuplu dünyanın A.B.D eksenine dönüşü;bir taraftan küreselleşme,diğer taraftan bölgeselleşme söylemleri 20. Yüzyılın en önemli özellikleridir.Bu faktörler aslında değişimin hem sebebi hem de sonucudur.Sosyalist ve kapitalist sistemlerin mücadelesi sonucunda,Doğu bloğu çökmüştür.Bu sistemin çöküşünden sonra ortaya çıkan devletlerin hepsinde iki temel sorun ortaya çıktı;Birincisi çağdaş dünyaya katılımları,İkincisi ise serbest piyasa ekonomisine geçişleri olmuştur.Bu da bize şunu gösterir bu ülkeler hem bağımsızlığına kavuşmuştur,hem de ekonomik sistemlerini değiştirmişleridir.Bizi ilgilendiren eski Sovyet Cumhuriyetleri Doğu Avrupa ülkelerinden biraz daha farklı siyasi ve ekonomik yapıya sahiptirler.Bu ülkeler kapitalist düzenden oldukça uzaklaşmışlardı.Bu da onların siyasi kültürüne,ekonomik bakışlarına oldukça büyük etki yapmıştır.Uzun süre Sovyetler Birliği içerisinde yer alan topluluklar ,bölgeler,cumhuriyetler dünyadan kopmuş bir biçimde yaşıyorlardı.

  • Tarihsel bağlamda bölgedeki’’ türkik’’ cumhuriyetlerin yapısına dair birkaç data dan sonra asıl konumuza da giriş yapalım;Bu bölgedeki yeni ulus devletlerinin şekillenmesi aslında 70’li yılların ikinci yarısında oluşmaya başladı.Öncelikle bölgedeki ulus devletlerin gelişmesine katkı sağlayan birkaç politikadan bahsetmek daha doğru olacaktır kanaatindeyim;70’li yıllarda S.S.C.B ‘de milli kültüre ait prensipler şu şekilde belirli olmuştur;Şekline göre sosyalistlik;terkibine göre millilik.Yalnız bu prensipler farklı bir model içerisinde gelişiyordu,öncelikler şu veya bu ulusun ismini taşıyan ana ulusa veriliyordu.Bu işlerin en önünde Baltık Cumhuriyetleri,Gürcistan ve Ermenistan gelirlerdi daha sonra bu gruba Azerilerde katıldı.Aslında yapılan bu uygulamalar sosyalist sistemin milli siyaseti kendi diyalektik gelişimi ile’ulus devlet’şekillenmesine yol açmıştır ve kanımca bu S.S.C.B ‘nin dağılmasını hızlandıran etmenlerden de birisidir.Aslında bu fikrimi şöyle izah edebilirim eğer ulus devletlerin şekillenmesi iki esas ana prensip üzerine durursa birincisi ;Devlet işlerinde milli dil ve kültür değerlerine daha çok önem verilmesi ,ikincisi ise;Yönetim kadroları tüm seviyelerde yerli ulustan oluşması gerekliliği .Bu iki ana prensip esas olarak Kafkas ülkelerinde ve Baltık ülkelerinde yer almıştır.Dolayısı ile bu unsur bu bölgelerdeki milliyetçiliğin hızlanmasına yol açmıştır.Bununla paralel olarak ta devletçilik bilincinin insanların beyinlerine yerleşmesine zemin hazırlamıştır.İşte tüm bu şartlar içerisinde S.S.C.B’nin yerinde bir grup bağımsız ülke meydana geldi.Bu ülkelerin ortak özelliği ise siyasi kültürde,ekonomide,düşüncede,milliyetçilikte,devletçilikte,sosyal ilişkilerde kaliteden yoksun olmalarıydı.Bu sorun temelde bir alt yapı sorunudur ve ulus devletin oluşumuna da engeldir.Üs yapıda ise normal devlet gelişiminde esas etnik gurun içerisinde ,diğer etnik grupların ya entegrasyonu mevcut ya da bir devlet anlayışı etrafında birleşen poli etnik bir harç.Bu ülkeler esasen bağımsız döneme parçalanmış şekilde girdiler.Sebebi de tam bir ulustan oluşan bir ülke olmamasıydı.Örneğin bağımsızlık öncesi Sovyetlerde ve tüm cumhuriyetlerde yaşayan vatandaşlar yalnızca S.S.C.B vatandaşı sayılıyordu.Bu da yalnızca Sovyet devletçilik bilincinin yayılmasına yol açmıştır.İşte tam da burada ,bu tip gelişmeler özellikle Ermenistan,Gürcistan,Letonya,Litvanya gibi ülkelerde milliyetçi hareketlerin oluşmasına yol açtı.Yani devletçiliğin eksikliği,milliyetçiliği ortaya çıkardı.Bir diğer devletçiliğin gelişmemesinin sebebi ise ,bu ülkelerin bağımsızlıklarını ne bir şekilde savaşarak elde etmeyişleri ne de bir şekilde kazanılarak alınamamasıydı.
  • Daha önce de belirttiğim gibi Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin uzun dönemdeki temel amaçlarından birisi batı ölçülerinde bir demokratik sistem kurabilmekti.Orta Asya’nın tarihsel konumu göz önüne alındığında pek çok kilit ülke ile komşuluğu göze çarpıyor.Rusya.Çin,Afganistan,Pakistan ve İran gibi bu gün dünyamızda stratejik ve politik aynı zamanda ekonomik önemleri büyük olan ülkelerle komşudur.Özellikle günümüz itibarı ile ,Kazakistan,Özbekistan,Kırgızistan ve Türkmenistan hükümetleri komşu ülkelerdeki siyasi istikrarsızlıktan ve benzer bir gelişmenin kendi sınırları içerisine yansımasından endişe duymaktadırlar.Afganistan,Pakistan,İran gibi ülkelerdeki radikal İslami örgütler özellikle Orta Asya Cumhuriyetlerindeki anayasal güvence altına alınmış laik yapı için birer tehdit unsurudur.Bölgede kurulan İslami Örgütlenmeler son yıllarda artmıştır.
  • Bu bölgede endişe yaratan bir diğer durum ise etnik çatışmalardır.Örneğin bölgedeki Tacik-Özbek savaşı halen daha kıvılcımlanmayı bekleyen bir olaydır.Tarihsel bağlamda sürdürülen bu gerginlik özellikle Tacikler tarafından Buhara ve Semerkant gibi iki tarihi kentin Tacikler tarafından değinilinen önemine uygun bir şekilde sürdürülmektedir.Bağımsızlık sonrası dönemde Orta Asya hükümetleri tüm bu etnik problemlerini kontrol altına alamadıkları sürece ekonomik reformların gelişmesini sağlayamamışlardır.Reformların hızlı gerçekleşmesi halinde ise hükümetlerin bazı

  • çekinceleri vardır ,örneğin sosyal adaletsizlik yaratılabileceği,bununda etnik dengeleri alt-üst edebileceği,Örneğin;Türkmenistan hükümetinin gaz,elektrik,su gibi etmenlerin dağıtımını halen bedava yapmakta ve ekmek ve tuz gibi gıda maddelerinin satımını çok ucuza yapmaktadır.
  • Bu genel çerçevede ,radikal İslamcı akımların ve etnik çatışmaların önlenebilmesi için bölge hükümetleri otoriter bir yönetim biçimi benimsemektedir.Her ülkede devlet başkanlarının görev süreleri referandumlarla uzatılmış,ve çeşitli yasal düzenlemelerle yetkileri artırılmıştır.Örnek olarak Özbekistan’da devlet başkanının yasama,yürütme ve yargıda çok geniş yetkileri bulunmaktadır.Kazakistan’da ise devlet başkanının,anaysa değişikliği sürecini başlatma,hükümeti feshetme gibi görevleri bulunmaktadır.
  • Sonuç olarak bölge hükümetlerinin geçiş dönemlerinde denetim altında tutulamayacak muhalif hareketlere çok hoşgörülü bakmadıkları ve uzun dönemde batı standartlarında bir demokratik yapının şu an için olanaklı olmadığı söylenebilir.
  • Sovyetlerin dağılması ile birlikte ,Türki devletler ‘’Sovyet’’kimliklerinden sıyrılmış ve yeni bir kimlik oluşturma sürecine girdiler.Bu süreçte 3 temel etken öne çıktı,din.milliyetçilik,yerel ve bölgesel bağlılıklar.Orta Asya tarihine baktığımız zaman İslamiyetin bölgeye yedinci ve sekizinci yüzyıllarda geldiğini ve zaman içerisinde Zerdüştlük,Şamanlık,Budizm gibi dinlerin etkisini azaltarak bölgedeki en temel din konumuna geldiğini görmüşüzdür.Ayrıca bir diğer önemli detay ise bölgede Nakşibendilik,Yesevilik,Kübrevilik gibi tarikatların ve Sufi geleneğinin de zamanla gücünü ve etkisini artırmıştır.İslamiyetin bölge için taşıdı önem Çarlık Rusyası ve Sovyet dönemlerinde de devam etti.Koşullar değişmiş olduğu için ibadet gizlice yapıldı,ancak din orta asya halkları için en önemli kimlik öğelerinden biri olmaya devam etti.Bölge liderleri İslamiyete olan ilginin çok arttığı Sovyet sonrası dönemde halkın gözünde meşru olabilmek için daha ılımlı bir tutum içerisine girdiler.Hepsi cami yapımı ve din adamları yetiştirilmesi için çaba göstermeye,dini bayramları tatil etmeye başlamışlardır.Radikal İslam konusunda en katı başkanlardan biri olan Özbekistan Devlet Başkanı Kerimov’un bile bu konuda girişimleri olmuştur.1992 yılında hacca gitti ve devlet başkanlığı yeminini Kur’an üzerine el basarak yapmıştır.Ancak burada üzerine durulması gereken bir başka konu da Orta Asya Türk Hükümetlerinde İslamiyet,kimlik oluşturma sürecinin çok önemli bir parçası olsa bile dinsel bağlılıkların özel alanda kalması ve kamusal alana taşmaması gerekmektedir.Yani dinin politikaya karışması engellenmelidir.Burada hükümetleri bekleyen en büyük tehlike İslam kartını ne zaman oynamaları gerektiğidir.Bu kart halkın desteğini kazanmada önemli olsa bile İslamiyet in kültürel ve özel alandan  politik alana kaymasını engellemek olanaklı olmayabilir.
  • Bir diğer temel kimlik öğesi ise ulusal kimlik yapısıdır.Sovyetler döneminde 1924-136 arasında oluşturulan sınırlar ,bağımsızlık döneminde  yeni ulusal sınırlar olarak kabul edilmiştir.Yani başlangıçta yapay olarak oluşturulan sınırlar ,zaman içerisinde ulusal kimlik oluşumuna katkıda bulunmuşlardır.Bu katılım bir araştırmacı ‘resmi milliyetçilik’ olarak nitelendirilmektedir.Bu bağlamda her ülke kendi ulusal tarihini ,kültürünü,ortak değerlerini,dilini ve ulusal kahramanlarını yeniden değerlendirerek ulusal kimliklerini güçlendirmeye çalışmaktadır.Bu çerçevede,Sovyet döneminden kalma şehir ve sokak isimleri değiştirilmekte, Marks ve Lenin’in heykellerini Timur ve diğer ulusal kahramanların heykelleri almaktaydı.Ancak Orta Asya Türk Devletlerini henüz ulus-devlet olarak kabul etmek kolay değildir.Bölgede ulus altı olarak nitelendirilebilecek aile,kabile,aşiret bağları ile bölgesel bağlılıklar da kimi durumlarda halen Orta Asya insanının en önemli kimlik öğelerini oluşturmaktadır.Kökleri yüzyıllar öncesine uzayan bu öğelerin Sovyet öncesi dönemde bölge insanının yaşamında İslamiyet kadar,hatta bazı dönemlerde islamiyetten daha önemli duruma dahi gelmektedir.Bu tür yerel bağlılıklar genelde,yılın büyük bir kısmında karlarla kaplı oldukları için aşılamayan dağlar ,otlak alanlarının ve su alanlarının dağılımı gibi coğrafi nedenler sonucu oluşmuştur.Ancak bölge dışından gelen yabancılarla ,Örneğin Ruslarla kurulan ilişkiler de bu bağlılıkların güçlenmense neden olmuştur.Bazı araştırmacılara göre bu tür bağlılıklar Sovyet döneminde etkisini bir ölçüde yitirmiş olsa da bölgedeki varlıklarını halen sürdürmektedir.Dolayısıyla ,bağımsızlık sonrası dönemde Orta Asya Türk Cumhuriyetlerindeki kimlik arayışlarının dinsel,ulusal ve yerel öğelerden etkilenerek ve yörenin kendi koşulları ile harmanlanarak bir bileşime ulaşacağı sonucuna varılabilir.Özellikle bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Orta Asya Türk Devletleri yeni kurulan devletin resmi dilini belirlemek gibi siyasi bir irade gerektiren bir karar ile karşı karşıya kaldılar.Bağımsız devlet olabilmenin kurallarından biri de devletin resmi dilinin ne olduğunu anayasada bir kanun maddesi olarak belirlenmesiydi.Sovyet döneminde devletin bütünü içerisinde geçerli olan dil Rusçaydı ,her cumhuriyette de o cumhuriyetin dilinin bir statüsü vardı.Bağımsızlıklarından hemen sonra da kabul edilen anayasalarda cumhuriyetlerin resmi dili kendi dili oldu;ancak  Kazakistan da Kazak Türkçe sinin yanı sıra Rusçaya da iletişim dili olarak bir statü verildi.Türki Cumhuriyetlerinde vatandaş olabilme kıstasları arasında resmi milli dili bilme şartı aranmamaktadır ancak vatandaş olarak resmi dili bilenlerle bilmeyenler arasında bir ayrım söz konusudur örneğin resmi dili bilmek devlet memurlarının devlet mekanizması içerisinde hangi makama geleceği konusunda önemlidir nasıl ki Sovyet döneminde Rusça bilmeden,hatta Rusçayı iyi bilmeden mevkilere yükselme imkanı bulunmuyorsa ,bağımsız cumhuriyetlerde de devlet dili konumunda bulunan milli dili bilmeksizin ,belirli kademelere gelebilme imkanı kanunlarla sınırlandırılmaktadır.Bununla birlikte bağımsızlık sonrası,Türki Cumhuriyetlerden dışarıya bir göç hareketi başlamıştır.Göç eden topluluklar başında Yahudiler,Almanlar,Ruslar,Ukraynalılar ve Tatarlar gelmektedir.Bu gruplar resmi dili bilmeyen ve ya bilme olasılığı daha az olan gruplardır.Bu göç hareketi en çok şehirlerden olmuş ve özelliklede iyi eğitim almış yüksek meslek sahibi kalifiye iş gücünün göçü söz konusu olmuştur.Sonuç olarak dil politikasının çıkış noktası ekonomi perspektifinden değerlendirilmelidir.
  • Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Orta Asya Cumhuriyetlerini olumsuz yönde etkileyen ve bölgede Rusya’nın varlığını güçlendiren başka bir unsur da bu ülkelerde yaşamakta olan kapalı ekonomiden liberal ekonomiye geçiş süreciydi.
  •  
  • Sovyet sisteminden miras kalan ekonomik yapıdaki çarpıklık bu ülkelerin Rusya’ya olan bağımlılıklarından kolayca  ayrılamayacağının bir göstergesiydi.Bu durumun sonucun bölgede ortaya çıkan yoksulluk,göç,işsizlik,radikal akımlara yöneliş gibi bazı sorunları da beraberinde getirmiştir.Bu dönemde ortaya çıkan İslami akımlarla mücadeleyi önlemek ve iç muhalefeti sindirmek için Rusya ile işbirliğine gidilmiştir.
  • Aslında Orta Asya Cumhuriyetleri ,Sovyetler Birliğinin dağılması öncesinde bile kendi aralarında gerçekleştirdikleri zirvelerde bile bölgesel iş birliği mekanizması çalışmalarının oluşmasına başlamış,daha sonraki dönemlerde de yılda en az bir kere olmak üzere toplanmışlardır.Ancak Orta Asya Türk Cumhuriyetleri arasında gerçekleştirilen bu bütünleşme çabaları bölgede bir etki yaratamamış ,bu ilişkiler ülkelerin Rusya ile olan ilişkilerindeki hassasiyet sebebi ile sonuçlandırılamamıştır.Netice itibarı ile Rusya eğer Orta Asya Cumhuriyetleri tarafından bir tehdit unsuru olarak algılanmaya başlanırsa ülkelerin Sovyet yönetimi tarafından göz ardı edilen ortak tarih ve kültürün oluşturduğu noktaları ortaya çıkarma ve kullanma eğilimleri artabilir.Ancak Cumhuriyetler arasındaki iş birliğinin gelişebilmesi de öncelikle bu ülkeler arasında yaşanan etnik ve siyasi problemlere son verilmesine ve aralarındaki rekabetin farklı olarak algılanmaya başlanmasına bağlıdır.
  • Son olarak ikili ekonomik yapıdan bahsedecek olursak Türki Cumhuriyetler ve Rusya arasında ,ve Sovyetlerin diğer endüstriyelleşmiş bölgelerine bağımlı olmasına ve kendi endüstriyel gelişimini tamamlayamamasına yol açmıştır.Bunun doğal sonucu da bu bölgenin ekonomik açıdan en az gelişmiş ve merkezden gelen paraya en çok bağımlı durumuna düşürmüştür.Bağımsızlık sonrası dönemde bu belirgin bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır.Gerçek anlamda bağımsız olabilmek,Rusya Federasyonuna olan ekonomik bağımsızlığın azaltılmasını gerektirmektedir.Bunun en iyi yollarından birinin bu ülkelerdeki kendi aralarındaki ekonomik iş birliğini artırmaları olduğu düşünülmektedir.1994 yılında imzalanan Almaty Deklarasyonu ,Kazakistan,Kırgızistan ve Özbekistan arasında sermaye,mal ve insan gücünün serbestçe dolaşımının ,ayrıca yine bu üç ülke arasında fiyatlar,vergiler,krediler,gümrük ve döviz konularında ortak projeler üretilebilecekti.Kendi aralarının dışında diğer komşu devletlerle de ilişki halinde olan Türki Cumhuriyetler ,özellikle Çin,İran,Türkiye ile olan ilişkilerinde bağımsızlıklarının 10. Yılında artış görülmüştür.Özellikle bölgedeki zengin petrol yatakları ve bununla ilgili A.B.D ‘nin Hazar petrollerine ulaşma çabası çerçevesinde Kazak hükümeti ile yaptığı anlaşmalar bölge için önem teşkil etmektedir.Kazakistan’ın Tengiz bölgesindeki petrolün Rusya üzerinden taşınacak olması ise bölge istikrarı açısından A.B.D,Rusya ve Kazakistan’ın ortak seçeneği olmuştur.Sonuç olarak Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin karşı karşıya kalmış olduğu sorunlar oldukça karmaşık ve kesin çözüme ulaşamamış sorular olduğu ortadadır fakat bölgede at koşturmaya çalışan taşeron A.B.D şirketleri ve bölgenin tarihsel hakimi Ruslar arasında bir nevi stratejik bir kavga söz konusudur dolayısı ile bu iki güç arasında varlığını ispat etmeye ellerindeki petrol kaynakları son ana kadar korumayı hedefleyen Orta Asya Cumhuriyetleri için ekonomik çözümlerin yanı sıra politik ve sosyal çözümlerde önümüzdeki yıllarda bizi beklemektedir.